19 Haziran 2010 Cumartesi

Daum'u Maymun Ederken...

Dünya kupası heyecanına kapılıp gitmişken Fenerbahçe-Aziz Yıldırım-Daum üçgenindeki garip olayları seyrediyoruz bir yandan da. Fenerbahçe yönetimi, Köln'de yılda 1,5 milyon euro kazanırken ve "Köln benim herşeyim, artık başka takıma gitmem, burada emekli olacağım" beyanatları veren Daum'a yıllığı 3,2 milyon euro'dan 3 yıllık mukavele teklif edince Daum bir anda eşyalarını toplayıp buraya gelmiş ve Türkiye benim ikinci vatanım sloganları atmaya başlamıştı.

3 yıl üst üste şampiyonluk sözü verilip daha ilk seneden bu sözü yitirince yönetim faturayı Daum'a kesti ve onu göndermek için girişimlere başladı. Geçmişte Türk teknik direktörleri tazminatsız kovmaya alışmış yönetimlere tokat gibi iki tazminat vakası yaşatan Del Bosque ve Aragones gibi hocalardan sonra Daum da tazminatsız gitmeyeceğini gösterince bu sefer türlü Bizans oyunlarıyla Daum'u madara etme çalışmaları başladı. Önce Daum'un oğlu dahil Koch dışındaki yardımcılar kovuldu, sonra da kendisine Aykut Kocaman'ın altında çalışacağı bilgisi verildi. Yani Daum'u çağırıp "yemek bu, yersen" dediler.

Açıkça görülüyor ki Fenerbahçe yönetimi Daum'a kalan iki senenin bedeli olan 6,4 milyon euro'yu vermek istemiyor. E Köln'den buraya para için gelen Daum'un da bu parayı almadan gitme ihtimali çok düşük. Düşündüğünüz zaman Istanbul'da kral gibi hayatı var. Kandilli'de boğaz gören bir evde oturup, Türkiye'nin 3 büyük takımından birini çalıştırıyor. Gittiği heryerde ayakta karşılanıp, her zaman el üstünde tutuluyor. Bütün bunların yanında da yılda mininmum (şampiyon olursa veya Avrupa'da üst turlara çıkarsa primler de ekleniyor) 3,2 milyon euro kazanıyor. Bu şartlarda kim gitmek ister ki ?

Gazetelerde yazanlara göre Fenerbahçe yönetiminin hala oynayacağı kartları var elinde. Önce rutin check-up gibi gösterip saç ve idrar tahlili yapılacağı ve kokain kullandığını kanıtlamaya çalışacakları yazılıyor. İkinci bir hamle de Daum söylediği (ya da agzından çıkmış gibi gösterilen) sözlerin sözleşme feshinde kullanılacağı. Bütün bunlar olurken yeni sezon hazırlıkları yapılıyor, transferler bir bir belli oluyor. Diyelim ki Daum bütün bu işlerden sıyrıldı ve takımın başında kalmaya devam etti. Yardımcıları yok, artık para dışında bir beklentisi yok. Süremi doldurup paramı alırım diye düşünüp yoluna devam edecek. Eğer boyle olursa Daum'u maymun ederken aslında madara olan kim olacak peki ??

18 Haziran 2010 Cuma

Kıvam

Ikinci maçlarla beraber maçlar yavaş yavaş kıvama gelmeye başladı. Uruguay'ın G.Afrika'yı 3'lemesiyle birlikte ilk defa vuvuzella sesleri olmadan biraz maç izleme şansımız oldu. Hakemin verdiği kırmızı karta çok bozulan ev sahibi seyirciler turnuvaya küstü bir anda. Gerçi zaten iyi bir takım değillerdi, ev sahibi olmasalardı bu kupaya gelmeri dahi mucize olurdu. Son maçta Fransa ile oynayıp kupaya veda edecekler.

Nijerya-Yunanistan maçı ise tam bir intihar gösterisiydi. Önde götürdükleri maçta Kaita'nın gördüğü gereksiz ötesi kırmızı kartla bütün dengeler değişti. Önce bir kontrpiye gol, sonra da ilk maçın adamı kaleci Eneyama'nın asisti ile gelen gol. Yunanistan ise hala umut vermiyor. Rakip 10 kişi kalmasaydı maçı çevirmeleri çok zordu. Son maçta Arjantin ile oynayacaklar. Gruptan çıkmaları pek mümkün gözükmüyor.

Günün son maçı tek kelimeyle muhteşemdi. Millet olarak son zamanlarda Platini yüzünden nefret ettiğimiz Fransa, eski dost G.Dos Santos'un Meksika'sı karşısına çıktı. Bahislerde favori Fransa'ydı ama maçın başlamasıyla saldıran, ıssıran hep Meksika oldu. Biraz Ribery, biraz da Maluda ile çırpınmaya çalışan Fransa'nın ipini çeken Dos Santos oldu. Ilerde sürekli basarak oyunu bozan, top çalan Dos Santos belki gol atamadı ama Fransa defansını dağıtan isimdi. 98 dünya kupasından sonra serbest düşüş yaşayan Fransa, son maçta G.Afrika ile oynamasa yine galibiyetsiz kapatabilirdi kupayı. Dua etsinler en zayıf halka ile oynayacaklar...

17 Haziran 2010 Perşembe

Ilk Maçların Ardından

Hiç mi sürpriz olmayacak, hiç mi enteresan maç izlemeyeceğiz diye sorarken kendimize, ilk maçların sonuncusu, 16.maçta aradığımız maçı bulduk. Yıllardır bileği bükülmeyen Ispanya, 2004'te Yunanistan'ın oynadığı oyunun 2 gram daha keyiflisini oynayan Isviçre'ye kaybetti. Ispanya'nın 24 şutu ve %67'lik topla oynama oranına karşı Isviçre 8 şut atıp %37 oranında topa sahip olmuş. Yine Ispanya'nın baş döndüren pas trafiği ve kanat bindirmelerine karşın haddini bilen Isviçre, Türk asıllı oyuncularıyla yönlendirdiği maçı kazanarak kupanın şimdiye kadarki en büyük sürprizin yaptı. Bu mağlubiyet Ispanya'nın ve kupanın gidişatını direkt olarak etkiliyebilir. Isviçre'nin bu grubu birinci bitirmesi halinde, Isvicre ölüm grubunun ikincisiyle oynarken muhtemelen Ispanya Brezilya ile oynayacak.

Ilk maçların bitmesiyle birlikte 32 takımı da görmüş olduk. Göze hoş gelen futbol oynayan takımlar Arjantin, Almanya, Brezilya, G.Kore, Hollanda, Şili ve kaybetmesine rağmen Ispanya oldu. Bitmek bilmeyen Vuvuzella sesine de alıştık sanırım. Artık eskisi kadar çok kısmıyorum televizyonun sesini. Dün akşamki G.Afrika-Uruguay maçıyla birlikte 2.maçlar da başlamış oldu. Uruguay dün aldığı galibiyetle grup liderliğine yaklaştı. B grubu ikinci G.Kore ile oynayacak gibi gözüküyorlar.

15 Haziran 2010 Salı

Jabulani ve Gol Sayısı

Maçlar başlamadan önce Jabulani hakkında atıp tutmayan defans oyuncusu ve kaleci kalmamıştı nerdeyse. Balon gibiymiş, çok uçuyormuş, bir anda yön değiştiriyormuş, kaleciler için çok tehlikeliymiş... 11 maç oldu, atılan toplam gol sayısı sadece 18. 11 maçında sadece 1 tanesinde 2,5 gol üstü olurken kalan 10 maçın tamamı "alt" oldu.

Ne 2002'de Fevernova, ne de 2006'da Teamgeist bu kadar konuşulmamıştı. Zaten atılan 18 golün 2'sinde bariz kaleci hataları vardı. Ingiltere kalecisi Green'in yediği golü Jabulani ile açıklamaya kalkmak saçmalık olur. Cezayir kalecisinin yediği gol ise tartışılır. 2006'da ilk 11 maçta atılan gol sayısı 27'yi bulurken 2002'de ilk 11 maçta 28 gol atılmış.

Afrika'daki gol kısırlığını yüksek rakım ve sürekli konsantrasyon bozan vuvuzella seslerine bağlayanlar da var ve bence pek de haksız sayılmazlar. Özellikle kuzeydeki şehirlerdeki yüksek rakıma oyuncuların hala alışamadıkları hergün gazetelerde haberlere konu oluyor. Televizyondan izlerken dahi tahammül edemediğimiz binlerce vuvuzellayla birlikte oyuna konsantre olmaksa en zoru galiba...

14 Haziran 2010 Pazartesi

Quaresma

Bir Fatih Tekke vardı, aralıksız hergün Trabzonspor'a transferi yazılan, bir de Quaresma. Adına sayfalar açıldı, forumlarda çarşaflara sığmayacak yazılar yazıldı, daha kendi gelmeden Q7 diye lakabı geldi. Yıllardır taraftarı ile yıldızı barışmayan Demirören ve yönetiminin kendini taraftara affetirmenin tek yoluydu sanki Quaresma'ya siyah beyaz formayı giydirmek. Oldu, olmadı; geldi, gelmedi; kendisi kabul etti ama sevgilisini ikna edemediler derken sonunda resmi açıklama ile Quaresma transferinin bittiği ilan edildi. 2 gündür Beşiktaşlı taraftarlar 3 şampiyonluk birden kazanmış gibi sevinç içinde.

Ve bütün bunların müsebbibi Ricardo Quaresma. 1983 doğumlu, altyapısında futbola başladığı S.Lizbon'u da sayarsak toplam 5 takımda oynamış bugune kadar. Parladığı S.Lizbon ve altın çağını yaşadığı Porto kendi ülkesinin takımları. Bunun dışında sırasıyla Barcelona, Inter, Chelsea ve tekrar Inter. Ülkesi dışında oynadığı 3 sezonda forma giydiği maç sayısı 54. Gittiği takımların 1 yılda ortalama 50 maç yaptığını düşünürsek 3 yılda 150 maçın sadece 54'ünde forma giymiş. Birinde Rijkaard'la kavga etmiş, birinde Scolari ile yıldızı barışmamış, birinde Mourinho onun taktik disiplinsizliği olduğunu söylemiş. Ama hakkında ne söylenirse söylensin hep büyük bonservislerle takım değiştirmiş.

Eski günlerini arayan oyuncular için güzel bir ülke Türkiye; Hagi, Alex, Milan Baros, Keita örneklerini verecek olursak. Ama bir yandan da eski günlerini aratan bir ülke Türkiye; Koeaman, Kezman, Anelka, Guinti isimlerini hatırlarsak. Bonservisi Tabata'dan bile ucuza geldi derken bile Quaresma'yı ucuza aldık diye seviniyor Beşiktaşlılar. Sanki Tabata o 8 milyon euro'ya değermiş gibi.

Enteresan bir ülke burası. Perşmebe günü muhtemelen 10 bin kişi karşılar Q7'yi. Sonra da Inönü'de 30 bin kişinin önünde imza atıp kartal pençesi pozu verir makinelere. Büyük kumar oynadı Demirören ve ekibi. Rezil de edebilir Quaresma, vezir de. Kendi ülkesi dışında barınamayan Aragones geliyor aklıma. Gerçi Quaresma daha 27 yaşında. Isterse olur, bakalım isteyecek mi...

13 Haziran 2010 Pazar

Resmi Krampon

Kendimizi bildik bileli dünya kupalarının resmi top sponsorluğunu Adidas'a kaptıran Nike, bugüne kadar birçok takıma forma giydirerek bu rekabette yer almaya çalışıyordu. Dün başlayan dünya kupasında gördük ki bu sefer bir krampon ile Adidas'a büyük darbe vurdu Nike.

Şu anda oynanan Cezayir-Slovenya maçını da sayarsak henüz 6 maç ve 12 takım izledik. Sadece ilk 11'de oynayan oyuncuları sayarsak toplamda 132 futbolcu yapar. Bu 132 futbolcunun rahat 40 tanesi Nike'ın fotograftaki kramponundan giyiyor. Nike'in yeni ürünü olan "Elite Series", resmi top olan Jabulani'yi bile gölgede bırakacak gibi gözüküyor.

5'te 0

İtiraf etmem gerekirse benim için büyük hayal kırıklıklarıyla başladı dünya kupası. Cuma günü 2 maç, dün de 3 maç vardı ama 5 maçta da beklenen güzel maçı izleyemedik. Aslında 5 maçın da bahis diliyle "under" olduğunu söylersek zaten biraz ipucu vermiş oluruz.

İlk gün ev sahibi G.Afrika ile bizim Santos'un takımı Meksika, akşamında da tatsız tuzsuz Fransa ile yine bizim antipatik Lugano'lu Uruguay. Ev sahibi takımın maçlarının her zaman ilgi çektiği doğru ama bu vuvuzella saçmalığı ile ev sahibi takımın maçları en berbat maçlar olma yolunda emin adımlarla ilerliyor. Hiçbir sempatisi ve işe yararlılığı olmayan bu aletler (hani ev sahibi takım olarak rakip takıma baskı yapmaya yarayabilirdi) ekran başındaki milyonlarca futbolseverin maçları sessiz izlemesinden başka bir işe yaramıyor.

İkinci gün 3 maç vardı. Günün en iyi maçı en beklenmeyen G.Kore-Yunanistan maçıydı. M.United'li Jin Su Park önderliğinde G.Kore, yıllardır sıkıcı oyun planını değiştirmeyen komşu Yunanistan'ı yenerek gruptan çıkma şanslarını nerdeyse bitirdi. Ögleden sonra damat Maradona'nın takımı (ya da Messi'nin takımı mı demek lazım bilemedim) Arjantin, Nijerya'yı zor da olsa geçti. Nijerya'da sonradan oyuna giren Uche'nin kaçırdıklarından biri gol olsa Maradona Aügero ve Milito'yu neden oynatmadığı konusunda daha ilk maçtan eleştirileri alacaktı. Günün son maçında Ingiltere-Amerika karşı karşıya geldi ve ordan da çok keyifli ve gollü bir maç çıkmadı. Ingiltere kalecisi Green'in hediyesiyle maçı 1-1'e bağlayan Amerika gruptan çıkma şansının yüksek olduğunu gösterdi. Benim de bu turnuvadaki süprizim Ingiltere ise yine bekleneni veremedi. Yedek kulübesindeki Beckham'ın ölüsü o sahada oynardı.

Ilk iki günden beklenen verim alınamadı. Verim alamadığımız gibi bu kupa bu vuvuzellalarla nasıl bitecek soruları aklımızın bir köşesine kazındı. Bugun önce Slovenya-Cezayir, sonra Sırbistan-Gana, en son da Almanya-Avustralya. Gerek isimlerin büyüklüğünden, gerekse bizim Neil ve Kewell'in oynama ihtimalinden dolayı günün maçı Almanya-Avustralya olacak gibi gözüküyor ama belli olmaz. Slovenya-Cezayir maçından da umutluyum...